50 yılı aşkın müzik yaşamında birkaç kuşağa birden hitap etmiş, onca albüm kaydetmiş B.B. King’in hiç yaşamaması gibi bir ihtimal söz konusu olsaydı, bu müzik denen engin deniz büyük bir dalgadan mahrum kalmış olacaktı. Neyse ki böyle bir şey söz konusu değil. Üstelik bir albümde B.B. King başlığının olması, o albüm güzeldir kuralı hala geçerli. Üstelik bu son albümü, 80’ine merdiven dayamış B.B. amcanın “pazara değil mezara kadar” felsefesi güttüğünün kanıtı mahiyetinde bir albüm. Eğer bir yönetmen olsaydım ve de bir müzisyenin hayatını konu alan bir film çekme şansım olaydı bu müzisyen B.B. King olabilirdi. Filmlere konu olabilecek cinsten olan bu hayat hikayesi, tıpkı blues’un hikayesi gibi Mississippi’nin pamuk tarlalarında başlıyor. 1925 yılında Mississippi Itta Bene’de bir pamuk çiftliğinde dünyaya geldi. Önce kilise korosunda şarkılar söyleyerek başladı. Gençliğinde ise dört kişilik dini şarkılar söyleyen ilk topluluğunu kurdu. 16’sında ilk gitarını satın aldı ve birkaç sene sonra taktı gitarını sırtına, koydu cebine 2buçuk dolarını (günümüz dolar fiyatıyla yaklaşık 1.5 milyon lira) Memphis Tennessee’ye yol aldı. Ona bazı gitar numaraları öğreten zamanının ünlü blues’cularından kuzeni Bukka White’da kaldı ilk zamanlar. 40’lı yılların sonlarına doğru Memphis’de bir radyo programında sunuculuk yapmaya başladı. Önceleri isim olarak “The Beale Street Blues Boy” daha sonra ise “Blues Boy King” en son olarak da malum ismi kullanmaya başladı. 50’li yıllarda Çaldığı bir barda çıkan kavga o barda yangın çıkması boyutuna kadar varınca B.B. King ve diğer bar sakinleri barı boşaltır fakat B.B. 30 dolarlık (bu da 18 milyon lira gibi birşey oluyor) gitarını barda unuttuğunu farkeder ve kızgın alevlere dalıp gitarını kurtarır. Ertesi gün kavganın Lucille adında bir kadın için çıktığını öğrenir ve gitarına Lucille adını vermeyi uygun görür.
Artık birer birer albümleri piyasaya sürmeye başlayan B.B., ilk bir numaralı hiti three o’clock blues parçasını çıkarmasıyla kendisini yılda ortalama 275 konser verirken bulması bir oldu. Lonnie Johnson, Blind Lemon Jefferson, T-Bone Walker gibi müzisyenlerden feyz alan B.B. King’İn bugün etkilemediği blues’cu yoktur. 60’lı yılların ikinci yarısından itibaren dünyanın en önemli festivallerinde çaldı; en önemli ödüllerine layık görüldü. 89’da, kuşağımızın en önemli topluluklarından U2 ile 3 ay boyunca İrlanda’dan Yeni Zelanda’ya, Japonya’dan Avusturalya’ya ve başka ülkeleri kapsayan bir turne ile blues’u değişik kitlelere tanıtma çalışmalarına girdi.
B.B. King’in albümleri burada sayılamayacak kadar çok. Tabii ki önemli şarkılarının bir listesini de çıkarmak mümkün değil. Hele B.B. King’in aldığı ödüllerin hepsini burada sıralamanın hiç mi hiç imkanı yok. Ben en iyisi size 2000 tarihli son albümü tanıtayım: Aslında albüm bir önceki “Blues On The Bayou” albümünü dinleyenler için tını olarak benzer özellikler içeriyor. Bu albüme “98 albümünün devamı” sıfatını getirebiliriz. 14 parçadan oluşan albümde alışıldık Lucille tonu etkileyici B.B. vokaliyle birleşiyor ve hoş vakit geçirmenizi sağlıyor. Aslında şarkıların arasından çok sırıtan bir parça yok. Bütün parçalar benzer tonda. Üstelik B.B. King klasiği diyebileceğimiz bir parça da yok. Ancak bu albümün hayal kırıklığı yarattığını söylemek de imkansız. 75 yaşında birinin yapacağından çok daha fazlasını yapmış efsane müzisyen. Umarım gelecekte yeni B.B. King albümleri dinleme şansı buluruz ve bu albüm son albüm olmaz. B.B. King’in de bu albümü son albüm olarak düşündüğünü sanmıyorum. Blues’un blues olmasında ve takma adımın B.b. olmasında büyük rolü olan B.B. King’i müzikle hangi şekilde olursa olsun ilgilenen herkesin mutlaka dinlemesi gerektiğini düşünüyorum.
1 yorum:
Süper bir başlangıç! Türkiyede degeri bilinmeyen bir müzik türü için yapılabilecek en güzel bloglardan biri olursun insallah!
Yorum Gönder